TÜRK ÜNİVERSİTELİ KADINLAR DERNEĞİ KADIN HAKLARI BİLDİRİSİ

Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, 1949 yılında önder Türk Kadınları tarafından laiklik, çağdaşlık, eşitlik, kadının insan hakları, demokrasi ve demokratik toplum değerlerini öne çıkarmak üzere; Atatürk İlke ve Devrimleri’ni benimseyen üniversite mezunu kadınlar olarak kurulmuştur. Türk kadınını yurt içinde ve yurt dışında en iyi şekilde temsil etmek amacıyla kurulmuş olan derneğimiz, Kadınlarımızı üniversite mezunu yaparak; yaşamın her alanında en yüksek ahlak ilkelerine bağlı kalarak aydınlanmaları ve böylece ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal alanda ve küresel düzeyde gelişmelerini sağlamayı amaçlamaktadır.

Kuruluşumuzun 70. yılında 2019-2022 dönemi ve 25. Genel başkanımız Hülya Yüksel ve Türkiye Genelinde 28 şubesi ve Bini aşan üye sayımızla birlikte, toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında Türk Kadınını Üniversite eğitimi başta olmak üzere güçlendirmek ve her alanda desteklemek için çalışmalar yapmaktayız.

Bu yıl, Medeni Kanun’un Yürürlüğü Girişinin 93. Yılını kutlamaktayız. Medeni Kanun, Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yapılan ve ülkemizde hukuk birliğini yaşama geçirerek hukuk devrimini ve kadın erkek eşitliğini sağlamaya çalışan en önemli kanunlarımızdan biridir. Medeni Kanunumuz, aynı zamanda olarak laik hukukun simgesidir. Medeni Kanun’un laik hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti ve özellikle kadınlar için önemine ve değerine dikkat çekerek toplumumuzu ve özellikle tüm kadınları, kadın erkek eşitliğini bir demokrasi ve toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi olarak kabul etmeye çağırıyoruz. 21.yüzyılda çağdaş dünya da yasal düzenlemelerle tanınan eşit haklar ve tüm eşitlik iddialarına rağmen gerek dünya kadınları ve gerekse ülkemiz kadınları arasında kadın erkek eşitliği olarak toplumsal cinsiyet ayrımcılığı bakımından tam bir adalet ve eşitlik sağlanamamıştır. Ulusal ve AB Hukuku dahil olmak üzere uluslararası yasalarda kadınlara tanınan hakların bir çoğu tatbikatta teorik olmaktan öteye geçememiştir. Kadına yönelik ayrımcılık sosyal yaşamın her alanında ve her zaman karşımıza çıkmaktadır. Seçilme hakkından yararlanma ve siyasal karar mekanizmalarında yer alma konusunda cinsler arası eşitsizlik belirgin bir biçimde varlığını sürdürmekte ve kadınlar özellikle seçilme hakları bakımından erkeklerin çok gerisinde kalmaktadırlar. Yirminci yüzyılda geleneksel yaşam biçimlerinden çağdaş yaşam biçimlerine yönelişin kazandığı ivme ve özellikle seçme-seçilme konusunda yasalarda yapılan eşitlikçi düzenlemeler, kadınların siyasal katılımında görüntü değişikliğine yol açmış olsa da toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, kadınların demokratik katılım konusunda eksik temsiline yol açmaktadır. Kadınların siyasal karar mekanizmalarında eksik temsili, demokrasinin anlamına uygun bir biçimde çalışmasına imkân bırakmadığı gibi, yönetime katılma konusunda da, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı yaratmaktadır. Kadının yer almadığı karar mekanizmalarında çok kere kadın sorunlarına duyarlılık yeterince oluşmamakta; bu sorunların yeterince bilincine varılamamakta ve dolayısıyla kadının statüsünü yükseltecek çözümlere ulaşılamamasının yanında toplumsal cinsiyet ayrımcılığı yeniden yeniden üretilmektedir.

Kadının insan hakları ve temel özgürlükler bağlamında değerlendirildiğinde kadına yönelik her türlü toplumsal cinsiyet ayrımcılığı kabul edilemezdir. Türkiye, Kadın – erkek eşitliği alanında uluslararası düzeyde bağlayıcı tek yasal doküman olan Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesine (CEDAW) 1985 yılında taraf olmuştur. Söz konusu sözleşmenin temel hedefi; toplumsal yaşamın her alanında kadın-erkek eşitliğini sağlamak amacıyla, kalıplaşmış kadın-erkek rollerine dayalı önyargıların yanı sıra geleneksel ve benzer tüm ayrımcılık içeren uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir diğer sonucu ise kadına yönelik şiddettir. Kadına yönelik şiddetin en ağır biçimi ise kadın cinayetleridir. Yapılan analizler tüm dünya da yaşanan kadın cinayetlerinin altında kadın kimliğine saldırı olduğunu ortaya koyuyor. Femisid olarak isimlendirilen bu durum, özellikle kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan kadınların yakınları tarafından öldürülmesi sonucunu doğuruyor. Şiddetin en yaygın biçimi olan kadına karşı şiddet ise hem bir insan hakkı ihlali hem de kadının yaşamını tehdit eden ve sosyal hayata girmesini engelleyen bir sorundur. Kadına karşı şiddet dünyanın her yerinde yaygın, sosyal ve ekonomik statü, ırk, din gibi faktörlerden bağımsız hatta meşru görülebilen ve çok eski zamanlardan beri mevcut olan bir olgudur. Kadınlar şiddet olaylarına, işyerinde, sokakta, okulda ama maalesef en çok da en korundukları yer diye düşünülen aile içinde maruz kalmaktadırlar. Kadına yönelik şiddet, bir insan hakkı ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir. Bir yanımızda kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasının devlet eliyle taahhüt edildiği bir uluslar arası kadın hakları sözleşmesi olarak CEDAW, öte yanımızda yine ülkemizde imzaya açılan ve ilk olarak kendi ülkemizce çekincesiz onaylanın kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadınların yaşam güvencelerinin sağlanmasının devletçe taahhüt edildiği İstanbul sözleşmesi…. Ve bu sözleşmeye bağlı olarak çıkarılan 6284 sayılı yasa kadını korumaya, kadına yönelik şiddeti ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığını engellemeye çalışan Ulusal ve Uluslararası Yasal Güvenceler… Kadına yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme olan, İstanbul Sözleşmesi olarak anılan, Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış, 1 Ağustos 2014 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi, her türlü şiddet mağduru olan kadınların korunması, kadınlara şiddet yaşatanların etkili kovuşturulması ve cezalandırılması ve bu konulara çok yönlü stratejilerle yaklaşma gereğini vurgulamaktadır. Sözleşme’ de, devletin bütün alanlarda politika saptarken ve uygularken toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlendirilmesi perspektiflerinin olması şiddetle etkili mücadele için olmazsa olmaz olarak görülmektedir. İstanbul Sözleşmesinde kadına karşı şiddetle mücadele için kapsamlı bir hukuki çerçeve çizilmiş ve önleme, koruma, kovuşturma ve mağdur destek mekanizmaları oluşturma politikaları konularına yer verilmiştir. İstanbul Sözleşmesi, onaylayan ülkelerden kadına yönelik ve ev içi şiddetin her biçimini önlemek üzere kapsayıcı bir dizi tedbir almasını 3 istemektedir. Sözleşmenin her hükmü şiddetin önlenmesini, mağdurlara yardım edilmesini ve faillerin adalet karşısına çıkarılmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Kadına yönelik şiddetin - ev içi şiddet, takip etme, cinsel taciz ve psikolojik şiddet gibi - farklı biçimlerinin yasa dışılığının beyanını ve yasal yaptırımını gerekli kılmaktadır. Sözleşme, Avrupa’da ilk kez kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, mağdurları korumak ve faillerini cezalandırmak için yasal olarak bağlayıcı standartları belirlemektedir. Sözleşme, kadınların insan haklarının korumasındaki önemli bir boşluğu doldurmakta ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarına ilişkin korumayı genişleterek, taraf devletlerin ve herkesin; özellikle de kadınlar bakımından, gerek kamu ve gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için gerekli olan yasal ve diğer tedbirleri alacaklarını söylemektedir. Sözleşme sadece ev içi şiddeti değil; işyeri, okul, cezaevi vs. gibi kurumlarda ya da kamusal alanlarda meydana gelen şiddeti de yasaklamaktadır. İstanbul Sözleşmesinde, kadın ve erkek arasındaki eşitliğin sağlanması çerçevesinde kadına yönelik şiddeti önleme ve mücadele etme yükümlülüğü de getirilmektedir. Yasal yükümlülükler dışında, sözleşme aynı zamanda toplumun tamamına kadına yönelik ve ev içi şiddetin kabul edilmez olduğu yönünde önemli bir siyasi mesaj vermektedir. Bu sözleşmenin hedefi şiddeti deneyimleyen birçok kadının ve kızın gerçekliğini gün yüzüne çıkarmak, farkındalığı yükseltmek ve uzun vadede zihniyeti değiştirmektir. Kadının sosyo-ekonomik statüsünü güçlendirilmesi uzun dönemde kadına yönelik şiddetin azaltılmasında anahtar müdahaledir. Oysa çalışma hayatının dışına itilen Kadın iş dünyasında çoğunlukla dezavantajlıdır. TÜİK' in 6 Mart 2019 'da açıkladığı Hane Halkı İşgücü Verilerine göre 2017 yılında erkeklerin istihdam oranı %65,6 iken, kadınların istihdam oranı %28,9'dur. Ülkemizde kadınların iş hayatına katılım oranı, erkeklerin yarısından bile azdır. Çalışma yaşamına girebilen kadınların çalışma yaşamlarını kısa bir dönemde bitirmesi ve/veya kariyerde yükselme doğrultusunda tüm potansiyelini ortaya koyamamasının temel nedeni, ev ve iş yaşamını uzlaştırma konusunda yaşadıkları sorunlardır. Kadın, aile yaşamında çocuk, yaşlı ve hasta bakımı gibi yükümlülükleri kocası ile ve/veya devletle paylaşmak durumundadır. Ancak kreş, gündüz bakımevi gibi sosyal destek kurumları tüm çabalara karşın yeterli sayıya ulaşamamıştır. Kadınlar, yaşamlarının her alanında gelir dağılımındaki bozulmadan en fazla etkilenen grubu oluşturmaktadır. Gelirin, dolayısıyla yaşam standartlarının düşüşü, kadınları bir yandan marjinal işlerde çalışıp azalan geliri artırmaya zorlamaktadır. Kadınların eğitim düzeyi arttıkça, işgücüne katılım olanakları artmaktadır. Bu bağlamda, kadın emeğine vasıf kazandırabilmek için örgün eğitim yanında bilgi ve beceri geliştirmeye yönelik yaygın eğitime ihtiyaç vardır. Kadınların çalışma yaşamına girmesi veya girdikten sonra işe devamları konusunda yasalarda cinsiyete dayalı ayrımcılık söz konusu değildir. Ancak belli iş ve mesleklerin kadınlara uygun işler olarak toplumsal kabul görmemesi, görev dağılımında adil davranılmaması, ekonomik kriz dönemlerinde önce kadınların işten çıkarılması, özellikle kayıt dışı sektörde ücretlerin düşüklüğü, toplumsal cinsiyet ayrımcılığını körüklemektedir. Kadınlara yoksulluk nafakasının bağlanmasının temelinde kadın erkek eşitsizliği yatmaktadır. Toplumsal Cinsiyet ayrımcılığı ve eril şiddetle gün geçtikçe daha fazla nesneleştirilmeye 4 çalışılan kadınlarımız, birey olarak kendi kadın kimliğine sahip çıkmaya çalışan kadınları zorla da olsa aile içinde tutmaya çalışan yasal düzenlemeler yanında kadınların boşanmayla yoksulluğu düşmelerine engel olmak için tarafların durumlarına ve ihtiyaçlarına göre takdir edilen ve kadının durumunun düzeltilmesi halinde kaldırılabilen yoksulluk nafakasının sınırlandırılması tartışmaları; gündemi meşgul ederken kadınları çok daha endişeli hale getirmektedir. Kadına yönelik şiddetin her geçen gün arttığı, her gün pek çok kadının yaşamını yitirdiği, katledildiği, tacize ve tecavüze uğradığı, şiddet gördüğü, ekonomik olarak geçinemediği, yoksulluk sınırında yaşadığı, güvencesiz koşullarda çalışmak sorunda bırakıldığı bir ülkede yaşamak zorundayız. İmza attığımız Uluslararası sözleşmeler gereğince; kadınların ekonomik açıdan zayıf duruma düşmelerine ve cinsiyet eşitsizliğine yol açacak olan Nafaka düzenlemesinden vazgeçilmesi gereklidir. Aynı şekilde İstanbul sözleşmesi kadına yönelik şiddet olayların arabuluculuk müessesini yasaklıyor. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ve eşitsizliklerinin ortadan kaldırılması için kadının güçlenmesi, birey kimliğine sahip çıkması ve bunun içinde çalışma yaşamına katılarak ekonomik olarak güçlenerek erkeğe bağlı kalmaktan ve bağımlı yaşamaktan kurtarılması gerekmektedir. Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği olarak; Kadına yönelik şiddetin önlenmesine ve kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik Uluslararası Sözleşmelerin ülkemizde yaşama geçirilmesine destek oluşturmak üzere herkesi ve tüm kadınlarımızı, kamu kurumlarımızı ve kadınlara destek için çalışan sivil toplam örgütlerini duyarlı olmaya ve göreve çağırıyoruz.

Saygılarımızla

Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği

Genel Başkan

Hülya Yüksel

Mat.Yük.Mühendisi

Genel Merkez'de Ara